Zaman zaman sosyal hayatta gençlerle sohbet edebilme şansı yakalıyorum. Özellikle üniversite gençliğiyle konuştuğumda, son dönemde aynı cümleyi sıkça duymaya başladım; “Bu ülkede başarılı olmak için adım atmana gerek yok, adamın olsun yeter.”
Peki, bu söz yalnızca hayal kırıklığı yaşayan gençlerin bir serzenişi mi, yoksa toplumun geniş kesimlerinde karşılığı olan bir gerçekliğin özeti mi?
Bu sorunun cevabını ararken karşımıza çıkan tablo, ne yazık ki tekil örneklerden ibaret değil. Eğitimli, donanımlı, kendini geliştirmiş birçok genç; iş başvurularında, kariyer planlamasında ya da kamuda ve özel sektörde ilerleme aşamalarında aynı noktaya takıldığını söylüyor.
Liyakatten çok referansın belirleyici olması.
Çalışmanın, emek vermenin ve kendini geliştirmenin hâlâ önemli olduğu inkâr edilemez. Ancak gençlerin itirazı tam da burada başlıyor. Sorun, çalışmanın değersiz olması değil;
Çalışmanın tek başına yeterli görülmemesi.
Bir başka deyişle, adım atmak gerekiyor ama o adımın karşılık bulması için “doğru kapıları” bilmek şart hâline gelmiş durumda.
Bu algı yalnızca bireysel hayal kırıklıklarına yol açmıyor. Umutsuzluğu besliyor, adalet duygusunu zedeliyor ve en önemlisi de gençleri bu ülkeye dair gelecek kurma fikrinden uzaklaştırıyor. Bugün sıkça konuşulan beyin göçünün arka planında da tam olarak bu duygu yatıyor.
Emeğin değil, ilişkilerin kazandırdığına dair yaygın kanaat.
Elbette herkes aynı şartlarda, aynı yöntemlerle bir yerlere gelmiyor. Emekle, alın teriyle başarıya ulaşmış insanlar hâlâ var ve bu örnekler umut verici. Ancak bir toplumda istisnalar değil, kurallar belirleyici olmalı. Eğer başarı için “kimi tanıdığın”, “kimin yakını olduğun” soruları, “ne bildiğinden” ve “ne ürettiğinden” daha önce geliyorsa, sorun bireylerde değil sistemdedir.
Bir ülkede başarı ilişkilerle değil, emekle ölçülmediği sürece adalet duygusu da gelecek umudu da zayıflar. Çünkü insanlar eşit bir yarışta olmadıklarını düşündükleri anda, çaba göstermenin anlamını sorgulamaya başlar. Çalışmak, üretmek ve kendini geliştirmek; karşılığını bulmadığında yalnızca bireysel hayal kırıklıkları değil, toplumsal bir kırılma da ortaya çıkar.
Gençlerin bugün yüksek sesle dile getirdiği bu itiraz, tembellikten ya da kolaycılıktan değil karşılık görmeyen emekten doğuyor. Eğer bu ses duyulmazsa, kaybeden yalnızca gençler olmayacak. Kaybeden; adalet duygusu zedelenmiş, umudu başka ülkelerde arayan ve kendi geleceğine yabancılaşan bir toplum olacaktır.
Bu yüzden mesele bir serzenişten ibaret değildir. Mesele, emeğin yeniden değer kazanması, liyakatin istisna değil kural hâline gelmesi meselesidir. Aksi takdirde “adamı olanın” kazandığı bir düzende, geriye yalnızca kırgınlık, güvensizlik ve yarım kalan hayaller kalır.